Vizyonumuz
''Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.''

  • DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Prof.Dr.Ali Fuat Kalyoncu
f.kalyoncu@fikir.news
Osmanlı’nın Protestanlık ve Ortodoksluk ile ilişkisi
  • 0
  • 1070
  • 07 Kasım 2020 Cumartesi
  • +
  • -

 

Avrupa’da Protestanlığın ve Doğuda/Kuzeyde Ortodoksluğun yayılmanda Osmanlı’nın katkısı olmuş mudur?

Evet olmuştur. Protestanlığın kurucusu olan Martin Luther, St. Augustin tarikatına mensup bir papazdı. 31 Ekim 1517’de Wittenberg’deki Schlosskirche’nin kapısına astığı ünlü 95 maddelik itirazı ile Katolik Kilisesi’nin dini baskısına büyük bir darbe vurmuştu. Kapıya astığı bildiride Katolik Kilisesi’nin israfını, şatafatını, eş-dost ve akraba kayırmacılığına dayanan hiyerarşik yapısını, sistem içi tayinleri acımasızca eleştiriyor, Kiliseyi ahlaksızlıkla suçluyordu. Ayrıca Luther bununla da yetinmeyerek İncil’i Latinceden Almancaya çevirmiş ve böylece heretik (sapkın) suçlamasıyla aforoz edilmişti. Luther’in artık Katoliklikten bir beklentisi kalmamıştı; hiç düşünmeden kilisenin önünde aforoznamesini yakar. Bu olay sadece Wittenberg’de o gün yaşanıp biten fevri bir olay olmayacak, Avrupa tarihi o günden sonra değişecek ve Hristiyanlık Ortodoksluk sonrası üçüncü bölünmesini yaşayacaktır. O günden sonra Luther’i izleyen protestocular, Protestan olarak adlanacaktır.

Luther’in hareketi Avrupa’yı böleceği için, Osmanlı muhtemelen baştan beri her yerini izlediği Avrupa’nın bu kısmını da izlemektedir. Devrin Padişahı Kanuni Sultan Süleyman, Luther’le ilişki kurmak ve onu destelemek düşüncesindeydi. Topkapı Sarayı Arşivi’nde o dönemde Sultan’a sunulan Fra Martin Lutero nam bir bey kendünden bir din peyda edüp diye başlayan bir casus raporu (no. E.7671) Sultan Süleyman’ın Avrupa’daki bu gelişmeleri ne kadar yakından takip ettiğini göstermektedir.

Protestanlık ve Türkler/Osmanlı

Bu başlık altında tarih kitapları ve internetteki bir çok kaynakta sayısız bilgiye ulaşılmaktadır. Herhalde mantıklı olan; Osmanlı Avrupa’nın bölünmesini beklerken, Protestanlar da Katoliklerin Osmanlı ile uğraşmasını ve böylelikle kendilerini rahat bırakmasını istemektedir. Gerçekten de Hristiyanlık içindeki bu tarihsel bölünme gerçekleşecek ve Avrupa günümüzde bile bu iç bölünmesini aşmakta zorlanacaktır. Zamanla Protestanlık üç ana gruba ve onlar da bir sürü tarikata ayrılacaktır. Yüzyıllar boyunca din savaşları yaşanacak, ülke sınırları çizilirken bu durum hep akılda tutulacak ve bu çekişme o dönemlerde keşfedilen yeni kıta Amerika’ya da taşınacaktır. Protestanlık ve Avrupa’nın heretik kabul edilen tarikatları Amerika kıtasının kuzeyini tutarken, orta ve güney kısmı Katoliklikte direnecektir.

Katolikler, dünyanın neresinde olursa olsun Vatikan’daki Papa’ya bağlı kalırlarken, Protestanlar sadece bağlı oldukları tarikat kiliseleri ve ulus devletlerini önemseyecektir. Osmanlı, hükümranlığı altında her dinin (ve Protestanların) özgürlüklerine azami dikkati ve korumayı her zaman verecektir. Böylelikle de Avrupa’daki çeşitli Protestan grupların kuvvetli kalmasını sağlayacağını bilmektedir. Aynen komşumuz İran’ın Müslüman olmasına rağmen kendini Araplardan, Şii olarak ayırması gibi, İngiltere de Protestanlığı kendine göre yorumlayarak, resmi Anglikan Kilisesini kurar. O da kendini kıta Avrupa’sından ayırır. Hala İskoç ve İrlandalılarla olan anlaşmazlık zeminlerinde mezhep ayrılığının çok önemli bir rolü vardır. İngiltere ve Osmanlı, yüzyıllarca Avrupa’nın iki ucundan Katoliklere karşı ortak hareket edecektir, ta ki ilk Dünya Savaşına kadar. Sonra durum değişecek ve hem Anadolu’daki Kuvvayı Milliye’nin hem de genç cumhuriyetin amansız düşmanı olacaktır. İsveç’in Protestan kralı Demirbaş Şarl da, yıllarca Osmanlı’da politik sığınmacı olarak yaşayacaktır.

Katolikler yüzyıllarca Protestanlar üzerinde İslamiyet ve Museviliğin etkisi olduğunu ileri sürmüştür. Hatta bazı Katolik otoriteler bu inancı, ibadet özgürlüğü, imanın ferdi niteliği vb. yakınlıklar dolayısıyla bir çeşit İslamiyet saymıştır. Macaristan’da yayılan Unitarianist inancında, teslise(Kutsal üçlemeye) karşı aynı İsla a benzer tek tanrı düşüncesi vardır. Luther, 1530’da yazdığı Libellus de ritu et moribus Turcorum adlı risalesinde, Türkleri Hristiyanlarla karşılaştırıp onların alçakgönüllülük, basit yaşam ve onurlu olmaları gibi faziletlere sahip olduklarını kabul eder (Luther, Kuran’ı çevirisinden okumuş ve İslamiyet’in doğru bir din olmadığını kanıtlamaya çalışmıştır).

Luther,bugün tarihçilerin de kabul ettikleri bir noktayı da belirterek, “Doğu Avrupa’da köylünün yaşam koşulları o kadar kötüdür ki, onlar bazen Türkleri kurtarıcı gibi karşılamışlardır” demiştir. Ancak Türklerin aleyhinde söylediği çok kötü sözleri de vardır. Tarihin her dönemde mukayeseli olarak ve neden sonuç ilişkisi içinde uluslararası ilişkiler perspektifi ile okunması gerekir.

Kanuni Sultan Süleyman’ın Avrupalı bir elçiden Luther hakkında bilgi istediği ve kendisinin ona lütufkâr bir efendi olabileceğini söylediğini bazı kayıtlardan okudum. Bu konuşma, Luther’e aktarıldığı zaman Luther haç çıkarıp Tanrı beni böyle lütufkâr bir efendiden korusun demiş (tabii ki o dönemde başka bir şey söylemesi beklenemezdi). Ancak Luther, Türklere karşı Papa’nın Kutsal Savaş’ını (Bellum Sanetuni) onaylamıyor ve Türk saldırılarını, Hıristiyanlara Tanrının cezası doğal afetlere benzetiyordu. Halbuki önceleri, Türk’e karşı direnmek Tanrının iradesine karşı gelmektir diyordu. Almanya’da birçokları da, Türklere karşı savaşın bir din savaşı olmasını onaylamıyor, Papa’nın İtalya’da kendi siyasi çıkarlarını yürütmek için Alman İmparatoru Şarlken’i Türklere karşı Haçlı seferine kışkırttığı söyleniyordu. Luther’in sağ kolu Melanchton, 1559’da İstanbul Ortodoks Patriki ile temasa geçmiş, sultana bağlı bu din adamıyla, anlaşma zemini aranmıştır. Ben tarihin bu yönleri ile araştırılmasının önemine inanıyorum.

Ortodoksluk ve Türkler/Osmanlı

Herhalde Bizans(yani İstanbul) ile Roma kenti arasındaki çekişme, Hristiyanlığın Roma İmparatorluğunda resmi din olarak kabul edilmesiyle başlamıştır. Zamanla Yunan ve Anadolu kültürü Ortodokslukta birleşirken, Roma Kilisesi geri kalan Hristiyanları kendinde toplar. Ama bu iki grup birbiri ile yüzyıllar boyunca hep sürekli çekişir. Bizans, kendini hep Roma ve Vatikan’dan ayırır. Bu iki grup arasındaki en büyük kültürel kırılma; 1204 yılındaki 4.Haçlı Seferinde İstanbul’un 1261 yılına kadar Katolikler tarafından işgali ve talan edilmesidir. Bu dönemde şehrin tüm tarihi zenginlikleri Roma’ya taşınmış, Bizans halkının hep kötü olarak hatırladığı 257 yıl esaret altında geçmiştir. Aya Sofya’nın içindeki işlemelerden ünlü tunç boğa heykeline, Çemberlitaş’ın üstündeki haçtan, bugünkü Sultan Ahmet’te bulunan hipodromdaki heykellere kadar her türlü altın ve metal eritilip ya paraya çevrilecek ya da İtalya’ya gönderilecektir. Bu tarihsel gerginlikte, Osmanlılar İstanbul’u kuşattıklarında Katolik Avrupa ve Papa yardım göndermemiş ve şehir öylece alınabilmiştir. Muhasara devam ederken, Bizans Grand Düklerinden Lukas Notaras’ın Ayasofya’da Katolik şapkası görmek yerine, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim diye söylediği bir söz rivayeti vardır. Doğru mu değil mi bilemem ama Notaras şehir alındıktan bir süre sonra gizli bir direniş örgütü kurmak suçlamasıyla idam edilmiştir.

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra, şehirde yaşayan Ortodoks Rumlardan dinî gelenekleri çerçevesinde bir patrik seçmelerini istemiş, yeni patrik olarak seçilen Georgios Kurtesis Scholarius’un da Gennadios unvanıyla patrik olmasını onaylamıştır. Ardından patriklik idaresiyle ilgili bir ferman yayınlayan padişah, Gennadios’un kendisinden önceki patriklerin tüm haklarına sahip olduğunu, Osmanlı sınırlarında yaşayan Ortodoks ahalinin bundan böyle bu patriğin sorumluluğunda bulunduğunu, dinî davalarının eskiden olduğu gibi Patrikhane Ruhani Meclisi’nde görülmeye devam edeceğini, sahip oldukları bu hakların kendisinin destek ve güvencesinde olduğunu ifade etmiştir.

Yani Osmanlı bir anlamda artık kendisine bağlı Ortodoks ahalinin Katoliklere karşı hamisi olduğunu ilan ediyordu. Fatih ayrıca içinde az sayıda insan kalan İstanbul’a Anadolu’dan Ermenileri ve Trakya ve Anadolu’dan Yahudileri de getirmiş ve onlara da Rumlara verdiği hakların verilme sürecini başlatmıştır. Ermeni dini liderlere Patrik unvanı verilmesi kendisinden sonra gelen Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman dönemlerinde olacaktır. Herhalde bu coğrafyada Osmanlı olmasaydı, Ortodoksluk da olmazdı denilebilir. Osmanlıda, Yahudiler her zaman, Hristiyanlardan sanki daha güven duyulan bir azınlıktılar. Fatih’in döneminde İstanbul nüfusunun yüzde onu Yahudiler olmuştur.

16.yüzyıldaki bu durum, zamanla ileriyi düşünmeden Avrupalılara verilen kapitülasyonlar neticesinde sürdürülememiştir. 1536 yılından itibaren Katolik Cizvitler ve son yüzyılda da Protestan misyoner okulları, kiliseleri ve yetimhaneleri ile Osmanlı’yı adeta işgal etmişlerdir. Osmanlı içindeki gayrimüslim ahali üzerinde çalışacaklarını söylemekle birlikte, zamanla bir çok Müslüman ahali de çocuklarını bu okullara verecektir. Örnek olarak ünlü hürriyet şairi Tevfik Fikret’in oğlu Haluk’un bu sistem içinde Hristiyan olması verilebilir. Cumhuriyet ile beraber, mili eğitimde tevhidi tedrisat kuralı ile bu okulların birkaçı dışında neredeyse hepsi kapatılmış ve ortak bir eğitime geçilmiştir. Tüm ülkede bu Katolik ve Protestan okullarından sadece birkaç adet bırakılmıştır.

Sonuçta anlaşılmalıdır ki, Türkler olmadan Avrupa tarihi anlaşılamaz ve yazılamaz. Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren Bizans Hanedanına ilk damat olan Orhan Bey ile birlikte, Osmanlılar ve Türkler Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Avrupa’nın dini ve kültürel gelişimi bu açıdan bakmadan incelenemez. Aynı şekilde Avrupa perspektifi ile ilişkiler bilinmeden, bizim tarihimiz de anlaşılamaz.

 

Prof.Dr.Ali Fuat KALYONCU

Visits: 178

Lütfen Beğeninizi Paylaşarak Bize Destek Olunuz
Sosyal Medyada Paylaşın: